Bisikletle BALKAN ve AVRUPA TURU (Yunanistan,Makedonya,Arnavutluk,Karadağ,Sırbistan,Hırvatistan,İtalya,San Marino,Slovenya,Avusturya) 2.500 km
ATINA (YUNANİSTAN) 24-25 Ekim 2014 Sevgili Niyazi Hocam ile beraber iki arkadaş İzmir’den Pegasus’un 11.10 uçağı ile havalandık… İki bisiklet için ekstradan 80 euro ödeyince aylar öncesinden kişi başı 53 liraya bulduğumuz uçak biletlerimizin cazibesi kalmadı. Herşeye rağmen Pegasus firmasının yeni bisiklet taşıma politikası keyiflerimizi bozamıyor. Bir saat gibi kısa bir uçuşla Atina’ya iniş yapıyoruz… Bisikletlerimizin montajını yaparken yanımıza yaklaşan bir temizlik görevlisinin Türkiye’ye olan şaşırtıcı ilgisine tanık olduk. Arnavut asıllı Hayrettin’den Türk futbolu hakkındaki yorumlarını dinledik. Ilımlı bir Fenerbahçe taraftarı olarak gurur duyduğum Galatasaray’ın UEFA başarısı ve Türk milli takımının dünya üçüncülüğü ile ilgili konuşurken bizden daha fazla gururlandığını gördük.
Atina Havaalanı,Yunanistan
Şehre giderken taksicilere uyup otoban yolu kullanıyorduk. Yaklaşık on-on iki kilometre sonra otobanda görevli sarı renkte bir minibüs arkamıza yanaşıp bizi durdurdu. Gayet kibar bir şekilde davranan görevli memurun yardımıyla bisikletlerimizi minibüse yükleyip en yakın metro istasyonuna geldik. Kesinlikle bir daha otobana girmememizi tembih eden memura teşekkür ettik.
Yaşlı bir amaca ve ingilizcesi fena sayılmayacak derecede öğrenci bir genç kızın iyilik severliği ile 2 numaralı kırmızı hat üzerindeki metroya bindik. En arka vagondaki bisiklet bölümünde yolculuk ederek Sintigma Meydanı’na geldik. Buradan aktarma ile üç durak sonraki Neuos Olimpos Hotel’e gitmemiz gerekiyordu. Fakat metronun bisiklet binişlerine serbestlik tanıdığı saat süresi dolmuştu. Havanın yağışlı olmasına rağmen –açıkçası mecburiyetten- sora sora tren garı yakınındaki otelimizi bulduk. Önceden haber verdiğimiz otel görevlileri bisikletlerimizi mutfak bölümünde muhafaza ettiler. Biz de odamıza çıkıp erkenden uyuduk. Sabah saat 10 da otelin kahvaltı salonunda George Karamanlis ile buluştuk. Onunla birkaç yıl önce Midilli’den Ayvalık’a gelirken feribotta tanışmıştık. Kendisi bizlerden yaş olarak büyük, -altmış yaşın biraz üzerinde- ama pire gibi hafif, hareketli, çok sevecen bir Yunan delikanlısı… George Hava yağışlı olabilir düşüncesiyle bisikletsiz geldiği için bizi akşama kadar kah arabasıyla, kah yürüyerek gezdirdi. Sağ olsun bir de Plaka semtindeki Taverna Platanos'da yemek ısmarladı… Yemekte içtiğimiz iki 20 lik uzo ile keyiflerimiz doruktaydı. Bu keyfi biraz daha devam ettirmek için “A for Athens Cocktail Bar” adlı bir çatı mekana çıktık. Akropolis tüm görkemi ile karşımızdaydı. Ben önceden tadını bilip beğendiğim buzlu yunan kahvesi FRAPPE içtim. Benim tavsiyeme Niyazi Hocam da uydu. George ise sıcak kahveyi tercih etti.
Monastiraki Meydanı,Yunanistan
Yağmurun ardından bir iki saat önce açan güneş yavaş yavaş Akropolis’in ardına çökerken biz mekandan ayrılıp otelin yolunu tuttuk. Lobide George ile vedalaştık. Ona çam sakızı çoban armağanı niteliğinde sedeften bir rüzgar gülü getirmiştim, onu teslim ettim. Yarın kuzey yönüne yapacağımız bisiklet yolculuğunu -mevsim olarak uygun bulmadığından- “Çılgınlık” diye yorumlayan George bize son tavsiyelerini verdi. Paskalya tatilinde Türkiye’de beraber pedallamayı planlayarak ayrıldık.
ATINA(Yunanistan)-BITOLA(Makedonya) 26 Ekim-05 Kasım 2014 Atina’dan çıkıp Mandra üzerinden Tihiva’ya vardık. Buradan da Lamia kentine ulaştık. Yolculuğumuz biraz sert geçti. Bazen George’un kulaklarını çınlattık. Bitmek bilmeyen yokuşlardan ziyade yağmur ve soğuk bizi iyice zorladı. İzmir’den yola çıkarken Balkanlar üzerinden Türkiye’ye gelecek soğuk ve yağışlı havalardan haberdardık. Ama bu havaların şiddetini tam da içinde yaşayacağımızı beklemiyorduk. Lamia’dan sonra Loutra köyünde Rex Hostel’da konakladık. Günler sonra çadır dışındaki ilk konut konaklamamız burada oldu.
Lamia,Yunanistan
Televizyon haberlerinde yağmurlardan ötürü Yunanistan-Bulgaristan sınırında sel felaketi yaşanmış olduğunu gördük. Günlerce yağmur altında pedallarken şükürler olsun ki hiç bir üzüntü yaşamadık. Bisikletli yaşamımın en yağışlı günlerinden sonra Loutra’dan ayrılırken hava açtı. Sabahları çiğ ve sis dışında uzun süre bizi olumsuz etkileyecek bir doğa olayı ile karşılaşmadık.
Lamia’dan Karditsa’ya kadar biraz batı yönünü kullanarak dağlık bölgelere çıktık. Genelde Arnavutların yaşadığı dağ köylerinden geçtik. Bazen mola verip onlarla sohbet ederek kahvelerini içtik. Tarım arazileri çok kısıtlıymış. Genellikle keçi besliyorlar. Devletin et ve süt hayvancılığındaki desteğinden bahsettiler... Darısı bizim köylünün başına...
Kozani,Yunanistan
En samimi yaklaşımı Antep fıstığı yetiştiren bir fidanlığın hanımından gördük. Vula yol kenarında mıntıka temizliği yapıyordu. Biz de Antep fıstığı ağaçlarını görünce yavaşladık ve resim çektik. Bu arada selamlaştık. Sonra fıstık ağaçları üzerine yaptığımız yol üstü sohbetimiz fidanlığın içindeki eve kadar devam etti. Vula çamurlu çizmelerini çıkarıp mutfağa girdi ve bize kahve pişirip kek ikram etti. Sevimli İngilizcesi ile bazen de oğlundan yardım alarak Türkiye gezilerini anlattı. Özellikle İzmir’i çok sevdiğini söylüyordu. Ailecek ateist olduklarını, isteyenin istediğine inanabileceğini, herkesin herkese saygı duyması gerektiğini anlattı. Vula yüksek eğitim görmemiş, ama herkesin saygı duyacağı anti-emperyalist yaman bir kadın. Antep fıstığı yetiştiriciliği iki çocuğunu okutmaya çalışıyor. Bizimle paylaştığı kapitalizm karşıtı pek çok düşüncesini can kulağıyla dinledik.
Trikala’da Hocamın bisikletinin göbek boşluğu problemini çözmek üzere bir tamirciye girdik. Bilyalı göbeği rulmanlı ile değiştirip yola devam ettik. Meteora bizim için inanılmaz güzeldi. Dağların en ulaşılması zor yamaçlarına yapılmış manastırlar görülmeye değer. Yunanistan'ın en önemli turistik yerlerinden. Neredeyse çevredeki bütün binalar birer pansiyona çevrilmiş. Turizm için yüksek sezon olmadığı halde pek çok tur otobüsleriyle karşılaştık. Tepedeki manastırları arkamıza alıp defalarca resimler çekip yolumuza devam ettik.
Meteora,Yunanistan
Meteora’dan sonra zeytin ağaçlarını artık göremez olmuştuk. Kuzey dağlarını geçmek gittikçe zorlaşıyordu. Bazen 1200 metrelerde pedalladık. Zirveler sürekli karlıydı. Elma bahçelerinde ağaçların toplanmamış olduğunu gördük. Galiba para etmemişti. Dağların tepelerinde bile tarım alanları vardı. Yunanlılar çalışırken pek görünmüyorlardı, ama her tarla gayet bakımlıydı. Dev gibi traktörler ve hiç tanımadığımız tarım araçları gördük. Bağcılık çok yaygındı. Yunanistan'da peynir ve yoğurtların tadı çok mükemmel… Özellikle peynirler kalitesine göre çok çok ucuz. Kozani, haritada aynı zamanda Türkçe olarak “Kayı”diye geçiyordu. Bunu halkın ağızında da duyduk. Buralar Yunanistan’ın Makedonya bölgesiydi.
Pitolemaida,Yunanistan
Yunanistan'da bundan önce yaptığım turlarda da yaşadığım bir sıkıntıdan bahsedeyim... Yeşil trafik işaretleri her zaman otoban yollarda kullanılmıyor. Bazen bakıyorsunuz otoban gibi görünen yolda bisiklet giriş yasağı yok...Aynı durumu burada da yaşıyoruz. Kozani’den sonra yeşil tabelalı ama parasız yolu kullandık. Yolun girişindeki tabelada sadece traktörler için yasak işareti vardı...Bisikletlere giriş yasağı olmayan, fakat tel örgülü çevre düzenlemesi ve asfalt kalitesi ile bizim ülkemizde "Otoban" sayılabilecek bir yol… Yunanistan topraklarını bitirip Makedonya’ya girecektik ki, bir aksilik oldu… Hocamın bisiklette değiştirdiğimiz yeni göbek de para etmemişti. Göbeğin takıldığı kadro dişler yalama olmuş… Şakır-şukur oynayan pedal göbeği ile en yakın yerleşim olan Ptolamaida’ya geldik. Günlerden Pazar… Yunanlı kardeşlerimiz için zaten her gün siesta… Süper marketlerin bile pek çoğunun açmadığı bu günde bisikletçi dükkanları açık olur mu? Mümkün değil. Dışarıdan bakıldığında mükemmel hizmet alabileceğimiz sanısına vardığımız bir bisikletçi tesbit ettik. Bu konuda iyiliksever bir yunan genci bize yardımcı oldu. O aracıyla önde, biz bisikletlerimizle arkada kendisini takip ederek dükkana geldik. Kapısında yunan alfabesiyle yazılmış çalışma saatlerini de tercüme etti. Sabah 9’da gelmek üzere şehir girişindeki parkta gördüğümüz bir kamelyanın altında çadırlarımızı kurup konakladık. Pazartesi sabahı erken saatte bisikletçideydik. İş sahibi genç arkadaş kendi bisikleti ile geldi. Dükkanını açtı… Derdimize çare ararken ben bisikletçinin kendi bisikletini Hocama tavsiye ettim… SX vites, göbekten dinamolu, kilitlenebilir ön amortisör 26 jant,18 vites iyi bakılmış alüminyum kadro 7-8 yaşlarında bir Scott… Önce satılık olup olmadığını öğrendik. Satabilirmiş… Pazarlık 600 Euro’dan 300 Euroya geldi… Son bir fiyat daha istedik, 270 son dedi…250 ye kapı bırakmıştı. Fazla zorlamadan anlaştık. Benim düşünceme göre Niyazi Hocam Türkiye’de 1000 Euroya edinemeyeceği taş gibi bir bisiklete sahip oldu… Hoca’nın yeni bisikleti ile yolculuk daha keyifli hale geldi. Havalar da ısınmıştı… Yüksek rakımlardan aşağılara indik. Yunanistan’ın sınır köyü Niki meydanında kapalı bir tavernanın bahçesindeki koltuklarda oturduk. Uzun uzun düşündük, acaba bu saatte sınırı geçsek Bitola kentine varabilir miyiz, diye… Yoksa geceyi bu tarafta mı geçirseydik? Geç de olsa devam etmeyi karalaştırdık. Makedonya sınırını geçerken 6 euroluk bir 70’lik uzo aldım… Artık Makedonya topraklarındaydık. Nedense fakir memleketlerde kendimi daha huzurlu, daha mutlu hissediyorum. Yunanistan’dan çıkar çıkmaz bunu yaşadığımı söyleyebilirim. İnsanlar burada daha özverili, daha sıcak… Yol kenarındaki elma bahçelerinde meyveler ağaçta kalmış. Daha sonra öğrendik ki, ürün para etmeyince toplamamışlar. Kendimize birkaç kilo topladık. Çok da lezzetliydiler. Ne kadar bastırsak Bitola’ya varmak imkansızdı. Kravari Köyünde kullanılmayan bir binanın arka bahçesinde çadırlarımızı kurduk... Yarına sadece 6-7 kilometrelik kısa bir yolumuz kalmıştı.
O gece uzodan iki kadeh içmiştim. Yorgunluğun üzerine ilaç gibi geldi. Yakınımızdaki bir müzikholden geç saatlere kadar devam eden gürültüye rağmen hiç göz açmadan uyumuşum. Kalktığımızda biraz sisle karşılaştık. İlk anlar biraz soğuktu. Sonra hava ısındı ve sis yok oldu. Bitola’ya girerken yarınki Ohri yolculuğumuzda bizi zorlayacağını bildiğimiz karlı tepeler hemen karşımızda göründü. Bu günlük erkenden konaklamaya çekilip bir güzel dinlenmeliydik. Önceden herhangi bir rezervasyonumuz yoktu. Yol kenarındaki bir yönlendirici tabela ile bulduğumuz Hostel Domestika’ya yerleştik. Uzun zamandır i-net bağlantımız olmadığından ailelerimizle görüşememiştik. Burada skype üzerinden dakikalarca konuştuk. Hocam dede olacağının müjdesini almıştı. Bunun üzerine ilk kez “Bu gece ben de bir bira içmek istiyorum” demesine çok şaşırdım… Daha sonraki günlerde kendisinin bu heyecanı azalarak da olsa devam edecekti. Bitola’ya daha önce de gelmiştim. Bu defa bisikletle olması başka bir duygu… Bu toprakların insanı Türkleri kardeş bellemiş… Neredeyse her konuştuğumuz kişi, -Katolik veya Ortodoks bile olsa-Türkiye’ye defalarca geldiğini söylüyor. Bize yakınlığından söz ediyor.
Bitola,Makedonya
Bu ülkede en çok şaşırdığımız şey, işsizliğe rağmen insanların para harcama çılgınlığı… Kaferler, restoranlar insan kaynıyor. Balkanların tamamında -en ücra yerleşim yerindeki kafelerde bile- herkes kahve ve çoğu zaman yanında aldığı içkiyle keyif yapmaktan mahrum kalmıyor. Fiyatlar ülkemizle kıyaslandığında çok ucuz… Ama buranın kazancıyla bakılırsa değirmenin suyunun nereden geldiğini anlamak mümkün değil. Atatürk’ün okuduğu taş bina askeri okul şehrin hemen göbeğinde… Sol yöne yürüdüğünüzde bizim İstiklal Caddesi’nin bir minyatürü niteliğindeki Şirok Caddesi’ne giriyorsunuz… Bu caddeyi birkaç kez yürüyerek turladık. Bir restoranda bira içip toprak güveçte fırınlanmış yumurtalı peynir yedik. Akşam dönerken Makedonya’da en geniş ürün pazarlayan Vero Market’in Şirok caddesindeki şubesinden alışveriş yaptık… 1 Euro karşılığı iki adet 50’lik bira alınabilen bu ülke içki severler için bir cennet sayılır… Sadece alkol ve sigarada değil, ette de fiyatlar bize göre yarı fiyatın biraz üzerinde… Hostel sahibi Kirıl kışın barındırdığı öğrenciler için akşam yemeği yapıyordu. Uzun süre öğrencilerin yemeklerini bitirip mutfaktan çekilmelerini bekledik. Mutfak müsait olduğunda onunla beraber hem muhabbet ettik, hem de pişirdiğimiz yemeği yedik. Erken yatıp, erken kalkmak niyetindeydik. Nefis bir et yemeğinin ardındansabah kahvaltısı için Kril ile saat 8.30’a anlaşarak odamıza çekildik. Kahvaltıda küçük bir tepsi çapındaki kocaman bir tabakla servis edilmiş kaşarlı omlet vardı. Yanında bu ülkede tanıdığımız -siz “Koyu Ayran” deyin, ben “İnce Yoğurt” diyeyim,- boza kıvamında bir süt mamulü vardı. Bu ürünü daha sonra Arnavutluk’ta da fazlasıyla tüketecektik… Buna, ambalajında “Yogurt” yazan koyu kıvamda tatlı bir ayran” diyebilirim.
BİTOLA-OHRID(Makedonya) 6 Kasım 2014 Bitola (Manastır’dan) sabah erken çıktık. Yol kalitesi fena değildi. Sonbahar güneşi gözlerimizi kamaştırırken yaprakların renk cümbüşü içinde tepelere tırmanıyorduk. Ohrid gölü, Bitola’nın rakımından iki yüz metre daha fazla… Göle varış öncesi uzun süre yükseldik. Dün şehre girerken uzaktan bakıp da korktuğumuz bu tepeler göründükleri kadar çetin değillermiş. Çok zorlandığımızı söyleyemem. Zaten artık o kadar alıştık ki, yol eğimi 7-8 dereceyi geçmeyen yokuşlar hiç sıkıntı değil. Yaşımıza rağmen direncimiz çok iyi. Sakin tempoyla hiç zorlanmadan en uzun yokuşları molasız çıkabiliyoruz.
Bitola Ohrid arası 70 km… Yolar tek gidiş-gelişli ve trafik yoğunluğu çok az… Asfalt kalitesi fena sayılmaz. Yol kenarlarında özenle yapılmış kilometrelerce devam eden su arkları var. Heyelan bölgelerinde tel örgüler ve dizili taş duvarlarla çok iyi önlem alınmış. Çoğu zaman ağaçların adeta uzun tüneller oluşturduğu ormanlık yollardan geçiyoruz. Sürüş keyfi sınırsız güzel. Bu keyifle öyle çok yükselmişiz ki, yolun neredeyse son 20 kilometresini sadece iniş yaparak geçiyoruz. İnişe başlamadan önce rüzgarın terimizi soğutmaması için giysilerimizi kalınlaştırıyoruz. Kesik parmak eldivenlerin üzerine ikinci bir normal eldiven geçirmek gerekiyor. Güneşin ısıtıcılığı azalmış, havanın soğuğu çok keskin.
Resen,Makedonya
Ohrid’e vardığımızda gölün kenarında birkaç resim çekmek istedik. Bu arada yolda karşılaşıp konuştuğumuz bir Makedon arkadaş rezervasyonumuzun olduğu hostel sahibini tanıyormuş. Telefonla kendisine bilgi verdi. Bunun üzerine bisikleti ile gelen pansiyoncumuz Alexander ile de tanıştık. Resim çektikten sonra pansiyonumuzun yolunu tuttuk.
Ohri,Makedonya
Roze Guesthause'un sahibi Alexander temiz, kibar bir çocuk. Özenle işlettiği pansiyon müstakil girişleri olan, banyolu ve mutfaklı daireler şeklinde… Sezon sonu olduğundan fiyatlar çok ucuz. Booking.com'dan bulduğumuz bu harika mekanda iki kişilik daire için sadece 14 € ödedik… Yataklar geniş ve tertemiz örtüleriyle çok rahattı. Mutfak malzemeleri eksiksizdi. Gece şehri gezip alışveriş yaparak döndük. Sonra mutfağa girdik ve kendimize güzel bir makarna ile üzerine bol kuşbaşı etli Macar usulü gulaş hazırladık. Pansiyonun bahçesindeki dağdan gelen içme suyunun tadı unutulmayacak güzellikteydi. Ayrıca gecenin asıl unutulmayacak en önemli olayı Hocam’ın torunun şerefine içtiği birayı beğenmesi oldu.
OHRİD-ELBASAN (Arnavutluk) 7 Kasım 2014 Sabah Alex ile vedalaşıp Ohrid’den çıktık. Bir saatte Struga'ya vardık. Burada son Makedon paralarımızı harcadık. Arnavutluk sınırına kadar yedi kilometrelik 10 derece dikey ve servis yolu olmayan rotayı tamamlarken oldukça yorulduk. Sınır geçiş noktasını öyle bir tepeye koymuşlar ki, eziyet olsun da gelmesinler diye mi? Nedir?
Struga,Makedonya
Ohri gölü 600 metrelerde... Makedonya sınır çıkışındaki Kjafasan'da ise rakım neredeyse 1000 metre. Yedi kilometrelik bu rampa tam bir buçuk saat sürdü. Nihayet Arnavutluk topraklarındaydık. Sınırdaki bir ofiste biraz para bozdurup 30 Euro karşılığı 130x30=3.900 Lek aldık. Taksi durağındaki taksicilerle sohbet ettik. Arnavutların da bizim insanımıza karşı sevgisi var. Kendilerini Türkiye'ye karşı yakın hissediyorlar. Konuştuğumuz insanların çoğu ya ülkemize gelmiş, ya da mutlaka gelmek istediğini anlatıyor. Ülke hakkında merak ettiklerimizi sorup bilgiler topluyoruz. Arnavutluk hakkında en ilginç konu, onca yoksulluğa rağmen trafikteki lüks araçların bolluğu oluyor. Bunu daha önceden de okumuştuk. Sebebinin İtalya üzerinden sokulan –özellikle çalıntı- araçlara kolay ruhsat alınabilmesinden kaynaklandığını öğreniyoruz. Rüşvet ve yolsuzluğun kontrol edilemez boyutta olduğu bir ülke için gayet normal sayılacak bir durum. Gerçi yemeğe çıktığımız bir Arnavut arkadaşımızın anlatımına göre rüşvet ve yolsuzluğun kontrol altına alınması için son zamanlarda bir takım reformlar yapılmış. Bu konuda devletin son derece sert bir tutum ve kararlılıkta olduğunu öğreniyoruz. Arnavutluk’ta şoförlerin çok kötü şöhreti var. Aşırı tehlikeli araç kullandıklarını söylediler. O kadar da korkulacak gibi değilmiş. Üstelik buralarda, bizim ülkemizde zorunlu olmayan gece-gündüz sürekli far yakma zorunluluğu var. Bize çok faydalı olduğunu kanıtladı… Karşınızda veya arkanızda olan araçları kolay fark ediyorsunuz. Bu da sizi daha dikkatli olmaya zorluyor. Ülkeye girer girmez inişe geçiyoruz. Tehlikeli virajları bitirdiğimizde tekrar tırmanışlar başlıyor. Her ne kadar tırmanış olsa da Elbasan şehrine kadar bin metrelik rakımdan 70 km yol kat ederek 150 metrelere ineceğiz. Yolda bir oto tamirhanesine girip zincirlerimizi yağlıyoruz. Bu arada yemek yemek üzere masa kurmuş gençler bizi de davet ediyorlar. Muhtemelen domuz olduğunu sandığımız kızarmış iri sosisler geliyor sofraya… Bir de taş kalıbı gibi sert tuzlu bir peynir var. Biz kendi yemeğimizi hemen yanlarındaki masada yerken sadece Arnavut votkasından otlanıyoruz. Ben ölçüyü kaçırmaktan korkup likör bardağı hacmindeki üçüncü sek dubleden sonra bırakıyorum. Ayrılırken para teklifimizi geri çeviriyorlar. Gerçi sadece zincir temizliği için birkaç parça üstübü bezi kullandık… Fakir, ama gönlü zengin bu güzel insanlara ikramkar ve dostça davranışlarına karşın bir şeyler yapmalıydım. Yanımda renk renk boncuklar dizili boyun ve bilek takıları getirmiştim. Sohbet arasında yeni evli olduğunu öğrendiğim dükkan sahibi gence eşi için bir bayan bilekliği vererek ayrıldık.
Elbasan-Kostriçan,Arnavutluk
Yokuş inişleri aralıklıydı. Devamlı iniş sayılmayacak kadar arada düzlük yollarda sürüş yaptık. En çok karşılaştığımız şey, Enver Hoca’nın zamanında -makineden çok -insan gücüyle yapılmış artık kullanılmayan beton viyadükler, tren yolları, tüneller ve kırma taş ocakları oldu. Bir de ara ara nükleer saldırıya karşı yine Enver Hoca’nın emriyle yaptırılan sığınaklarla karşılaştık. Arnavutluk yollarındaki maceramızın daha sonralarında bu sığınakların sayısının 750 bini bulduğunu ve bunların 7-8 kişinin kalabileceği pansiyonlara çevrilerek ülke turizmine kazandırılacağını da öğrendik. Elbasan’a yaklaştığımızda akşam güneşini batırmak üzereydik. Yol boyundaki bir markette alışveriş yaparken Fransız bisikletli genç Samuel ile karşılaştık. Yol boyunca konuşarak uzun uzun pedal bastıktan sonra Elbasan’a vardık. Samuel tek başına seyahat ediyordu. Benim de bazen iki, bazen de üç ay süren gezilerimi yalnız yaptığımı öğrenince tüm gezginler adına ortak bir değerlendirmede bulundu. Düşüncesine göre tek başına seyahat güzeldi. Güzeldi ama, “İnsan bazen yanında konuşacak birini arıyor” diye de ekledi... Bugün bile Samuel’in bu söylemini aklıma getirdiğim olur. Şehre girdiğimizde Elbasan Tava diye bilinen şu meşhur yemeğin buralarda bulunabileceğini düşünerek arandık. Acaba derdimizi mi anlatamadık bilemiyorum. Elbasan Tava yemek bir başka bahara kaldı. Bu arayışımızdan caydık. Meydanda üç bisikletli adam beraberce bir iki resim çekildikten sonra Samuel’i Dures tarafına uğurlarken kendi rotamızı Tiran’a yönlendirdik. Bizim istikametimiz Avrupa, O’nun yönü ise tam tersine Türkiye’ye doğruydu.
Elbasan,Arnavutluk
Rakım iyice alçak ve buna oranla hava biraz daha ılıman gibi… Aynı zamanda Adriyatik Denizi’ne yaklaştığımız için de soğukların kırıldığını düşünüyoruz. Şehir çıkışında bir pansiyon veya çadır için yer aranırken yağmura yakalanınca yol kenarındaki bir bara sığındık… İşleten bayan Susanna bize çadır kurulacak kapalı bir mekan tarif etti. Karşılığında iki bira içip paramız geçsin diye düşündük. Başkaları da katıldı. İngilizce, almanca, tarzanca her dil bir birine karıştı. Biz de kendimizi salmıştık. Üç tane bira içmişim. Biralar şişe Arnavutluk birası Tirane… Bar fiyatı 100 Lek… (Yani 0,80 €) Sohbetimiz uzun sürdü. Suzanna içmiyordu. Dekolte göğüslerinin arasındaki haçın çatala büyük geldiğinden yamuk durduğunu fark ettim. Kendisi Ortodoks bir ailenin kızı. Müslüman komşularıyla hiç problem yaşamadıklarını anlattı. Türk TV dizilerini kaçırmadığını da… Masamızdaki Arnavut adam müslümandı. Fakat pek dindar yetişmediği için İslam hakkında söyleyecek bir şeyi yoktu. Sadece kardeşlik ve iyi insan olmak adına çok şey konuştu. Tıpkı, 11 eylül sonrasında Amerika'da yaşayan müslüman toplumun karşılaştığı "Müslüman=Teröris" önyargısını anlatan "Benim adım Khan" filminin kahramanı gibi konuştu: "... Benim için iyi insan ve kötü insan vardır."Arnavut arkadaşımız hazır beton üreten bir taş kırma tesisinde çalışıyor. Patronu bir Türk ve ondan çok şikayetçi. Fazla mesai karşılığında az para aldığından dert yanıyor. Asıl sorun çok kaba biri olması. Bize hiç benzemediğini anlatıyor. İlk gelen biraları ben ödeyince hemen ikinci biraları söyledi ve ödeme yaptı. Eksik kalmamayı ar edinmiş misafirperver bir insan. Muhabbete doyum olmaz. Hele ki bu yorgunluğun üzerine ilaç gibi gelen biranın tadına hiç mi hiç doyum olmaz...Hava iyice kararınca ayrılıp bir kilometre kadar tırmanarak kartal yuvası konumdaki çadır yerimize çekildik. Kasabanın tüm ışıkları ayaklarımızın altındaydı. Yağmur korkumuz olmadı. Yaz aylarında aktif olan bir kafeteryanın ahşap sundurması altındaydık.
ELBASAN-TİRAN(Arnavutluk) 8-9 Kasım 2014 Elbasan-Tiran arası 50 kilometre… Dağlık yol yerine Suzanna’nın dün gece verdiği taktiği kullanıp otobana giriyoruz. Aslında yasağa rağmen sadece yağmur korkumuz yüzünden bu yolu tercih ettik. Bu arada çok önemli bir yaşamışlığı kaçırıyorduk. Dünyanın en tehlikeli sayılabilecek bu yolda bisiklet kullanmamış olmak daha sonra bana büyük bir burukluk yaşatacaktı. Anladığımıza göre Arnavutluk’ta polis çok esnekmiş. Otoban 30 km sürdü… Çıkışta uzun bir tünel geçtikten sonra Polislerle karşılaştık. Suzanna “Bisikletle otobana girişin yasak olduğunu fark edemedik” dersiniz, demişti. Biz de öyle dedik. Bol bol nasihat verip saldılar.
Tiran(Otoban),Arnavutluk
Son yirmi kilometresinde köy yollarını kullanarak Tiran’a vardık. İki günlük rezervasyon yaptığımız Andreas Gueshouse İskender Bey Meydanı’na yakın bir yerdeydi. Sahibesi ortodoks olduğunu söyleyen Antonetta ve eşi Müslüman Bekir Bey ile tanışıp odamıza yerleştik. Kadın duvarlarda asılı resimleri göstererek bir çırpıda tüm ailesini anlattı. Kızı ve oğlu Amerika’da yaşıyor. Bir film stüdyosunda çalışıyorlarmış. Kendi aile tarafının resmi önünde ağabeyinin ölümünden başlayıp tüm fertleri tek tek anlattı. Kocası Bekir Bey’in resimlerini göremediğimi ima ederek şakalaştım. Konuşmayı seven çok sevimli yaşlı teyzemiz iki gün boyunca pansiyona hiç girmedi. Başka müşteri de olmadığı için tüm bina koca oturma salonu ve mutfağı ile bize kalmıştı. Tiran'daki ilk gecemizde şöylesine bir şehri tanımaya çalıştık. Sabah erken kalkıp uzun süre dolaştık. Önce İskender Bey Meydanı’na geldik. Geniş caddeleriyle İstanbul’u kıskandıracak nitelikte kocaman bir meydandayız. Öncelikle Ethem Bey Cami ile karşılaşıyoruz. Karşı tarafımızda da Ulusal Tarih Müzesi görünüyor. Uzun uzun takılıp meydanın tadını çıkardık.
Tiran-Tarih Müzesi,Arnavutluk
Öğleden sonra yeğenimin arkadaşı olan ODTÜ mezunu akademisyen bir Arnavut genç Arban ile buluşup yemeğe çıktık. Tercihimiz olan Elbasan Tava bugün için menüden kaldırılmış. Bizler de mevcut olan (ciğer ve kurutulmuş lorun güveçte fırınlanarak sunulduğu) Tiran Tava yemeyi tercih ettik. Arban arkadaşımız bir yeğenimin Amerika'dan arkadaşı... ODTÜ' de ingilizce eğitim görmüş. Oldukça akıcı bir seviyede Türkçe konuşabiliyor. Kendisiyle Arnavutluk ve Türkiye üzerine konuştuk. En çok yoğunlaştığımız konu ise Türkiye'de laikliğin nasıl anlaşıldığı ile ilgiliydi. Hepimiz, "Önce insan" düşüncesinde hemfikir olduk... Konakladığımız yerden on dakikalık bir yürüyüşle meydana ulaşmak mümkündü. Ertesi gün tekrar meydana geldik. Şehir içinde kaybolmayı düşünerek tarihi parlamento binalarının arasından yürüyüp önce Kisha Katedrali’ni gezerek nehrin karşısına geçtik. Hemen merkezde dikkat çeken Piramit bir yapı ile karşılaştık. Şehrin göbeğindeki bu atıl piramit yapı eski rejimde Müze olarak kullanılmış. Şimdilerde yıkılarak yerine yapılması planlanan yeni proje karşı gruplar tarafından imza toplanarak engellenmiş. Bana göre bu çekişmeler son bulur da bu bina yıkılırsa şehir bir ucubeden kurtulacaktır. Darısı başımıza… İstanbul Atatürk Kültür Merkezi’nin korumalı bir proje ile değişim görmesi düşüncesindeyim.
TIRAN-SKODER(Arnavutluk) 10 Kasım 2014 İstikamet, dağlık bir ülke olan Arnavutluk’un belki de tek ovalık bölgesini geçerek varacağımız Skhoder... Arnavutluk yolları ve sürücülerin kötü şöhreti bizi korkutmuştu, ama o kadar da kötü değilmiş. Trafikte ülkemizden daha fazla saygı görüyoruz. Asfalt kalitesi anlatıldığı kadar kötü değil.
İnsanlar Türkiyeli olduğumuzu öğrendiğinde daha heyecanlı ve sıcak yaklaşıyorlar. Önce meyve almak üzere girdiğimiz bir semt pazarında aşırı ilgi görüyoruz. Burada kadınların erkeklerden fazla çalıştığı dikkatimizden kaçmıyor. Ardından tuvalet ihtiyacı için durduğumuz bir benzin istasyonunda baş tacı ediliyoruz.Pompacı pek çok Türkçe kelimelerle sohbete çalışıyor. Kendi çıkınlarımızdan bir şeyler atıştırırken birer kutu gazlı içecek ikram ediyor...
Kamez(Arnavut Pazarcı Kadın),Arnavutluk
Şehir girişinde kollara ayrılmış Drin ile Buna nehri üzerindeki köprüde balık tutan insanlarla karşılaşıyoruz. Hemen sağ yanımızdaki tepede tüm heybetiyle kale görünüyor. Karadağ yönüne geçit veren bir köprünün ilerisinde ardı ardına duran cami ve kiliselerle karşılaşıyoruz. Burada bir iki poz resim çekip şehrin içine süzülüyoruz. Nehir üzerinde eski köprü var. Gençler burayı aşıklar parkı gibi kullanıyor. Sarmaş dolaş çiftler, çocuklar… Cıvıl cıvıl insan kaynıyor. Nehrin karşı tarafına geçip Scutari gölü boyunca pedallıyoruz. Deniz, nehir veya göl… Suyun olduğu yerde daima hayat vardır. Sahil boyunca balık restoranları ve kafeteryalar oldukça hareketli. Yol kalitesi bozulana kadar şehrin sınırlarını zorladıktan sonra geri döndük. Artık yola çıkmanın zamanı gelmişti. Daha ilk dakikada şanssızlık yaşadık. Arka lastiğim patladı. Bu aksilik bizi biraz geciktirse de akşamın alaca karanlığına kadar sınıra vardık. Karadağ’a geçmeden son gecemizi Arnavutluk tarafında geçirmek istiyorduk. Uygun çadır yeri ararken iki polisin şüphesini çektik. Pasaportlarımızı kontrol ettiler. Türk pasaportunu görünce sakinleşmişlerdi.
Murigan-Skhoder,Arnavutluk
Yer değiştirerek uygun bir mevkide çadırlarımızı kurduk. Her yanımız çiftlik evleri ile çevriliydi. Köpeklerin bizi sezinlediği için sabaha kadar havlaydılar. Bağlı olmayan bir köpek gece çadırımızın başına kadar geldi. Işıkla korkuttuk, bir süre havlayıp gitti. Köpeklerin zarar verebileceğinden değil, köylülerin telaşlanmasından çekiniyorduk. Sabah kalktığımızda gece boyunca çiğ yağdığından çadırlarımız sırılsıklamdı. Kuruması için beklemeden yola çıkıp sınırı geçtik. Karadağ polisi ahşap kulübesini terk edip Arnavut polisinin binasına yerleşmiş. Her iki ülkenin sınır polisi aynı yerde yan yana ofislerde görev yapıyor. Dolayısıyla bir ülkeden çıkıp diğerine giriş için her iki işlemi tek noktada yaptırıp yola devam ediyoruz.
BUDVA-KOTOR-HERCEG NOVİ(Montenegro/Karadağ) 11-12 Kasım 2014 Bir adıyla Montenegro denilen -yerli ve resmi tanımı ile- Crna Gora (Türkçesi:Karadağ)’da ilk farkına vardığımız şey temizlik, asfalt kalitesi ve trafik işaretlerindeki ciddiyet oldu… Ne de olsa Avrupa Birliği kapısından girmek üzere olan bir ülkedeyiz. Para birimi olarak Euro kullanıyoruz. Yol boyunda rast geldiğimiz bir benzincinin çeşmesinde suyun kalitesini kontrol ederek kaplarımızı dolduruyoruz. Balkanların genelinde su kalitesi çok mükemmel... Büyük şehirlerin dışında kapalı suya para vermiyor ve şebeke suyu içiyoruz. İlk vardığımız büyük yerleşim kenti Budva. Daha önce geldiğim harika bir yer… Dünyanın tanıdığı en popüler turistik şehirlerden biri... Ünlü şarkıcı Madonna ve daha pek çok ünlünün burada villa satın aldığını okumuştum. Taksicilerle yaptığım muhabette son yıllardaki rus turist akınıyla şehir esnafının bir kesiminde işlerin çok iyi olduğunu, fakat şehirdeki o eski nezih yapının bozulduğunu öğrendim. Uzun vadeli düşünen bazı turizmciler bu durumdan pek de hoşnut değiller anlaşılan.
Budva(Stari Grad),Montenegro/Karadağ
Budva(Kale ve Dansçı Kız),Montenegro/Karadağ
İki kişi için günlük 10€ ücretle bir internet sitesinden bulduğumuz pansiyonu beğenmeyince şehrin eski yerleşiminde (Old City-Stari Grad) çadır kurduk. Çadır alanımız Eyfel Kulesinin minyatür bir benzerinin bulunduğu yazlık diskoteğin bahçesiydi. Sabah Hoca'nın arka lastiği patlamıştı. Önce onun tamirini yaptık. Kahvaltıdan sonra Eski Şehir (Stari Grad)'i gezip resimler çektikten ve yola çıktık. Şehir çıkışındaki ilk rampalar biraz zordu. Buna rağmen keyifli bir yolculukla henüz öğlen olmadan Kotor'a vardık.
Kotor(Stari Grad),Montenegro/Karadağ
Kotor(Saat Kulesi),Montenegro/Karadağ
Önceden tanıdığım bu şehri tekrar görmek beni çok heyecanlandırdı. Öyle muhteşem bir şehir ki, insanı zaman makinesine sokup eski çağlara geri götürüyor. Bugüne özgü görüntülerden arındırılsa, kendinizi bir ortaçağ şehrinde sanabilirsiniz.
Herceg Novi’ye gitmek üzere yola çıktığımızda feribotla geçmek yerine Kotor iç denizini tavaf etmeyi planladık. Yolda rastgele sorduğumuz pek çok bisiklet binicisi rotamızı doğru tercih olarak nitelendirdi. Zaten feribotla geçmek istersek Lepetane iskelesine varmak için geldiğimiz yolun bir kısmını tekrar geri dönmemiz gerekiyordu. Bu da benim hiç sevmediğim bir durum olduğu için bu tercih kaçınılmazdı. Eski Yugoslav ülkelerinde Pekara denilen fırınlar var. Buralardan çok değişik börek ve poğaça türü şeyleri satın alabilirsiniz. Kotor çıkışında bizim talaş böreğine benzer taze böreklerle kendimizi doyurduk. Öylesine güzel kıyı yerleşimlerinden geçtik ki, tüm binalar sadece taştan yapılmış ve her biri Kotor Eski Kenti’ne bağlı birer ortaçağ kasabası gibi… İç deniz adeta bir göle benziyor. Küçük koylarda tuz oranı düşük olmalı ki ördeklerin yüzdüğünü gördük. Göl çevresi heybetli tepelerle çevrilmiş sanki İsviçre Alpleri manzarası veriyor. Hava da son derece harikaydı. Gün boyu kısa kollu giysilerimizle pedalladık.
Kotor(İç Deniz),Montenegro/Karadağ
Akşamüstü güneşin kızıl saçlarını serdiği gölde Meryemana Kayalıkları üzerindeki kilise ve hemen yanında Ölü Kaptanlar Adası harika bir manzara veriyor. Bunu görüp yaşamak gerekir. Çok muhteşem, olağan üstü bir görüntü… Havayı karartmadan sıkı pedal çevirip Herceg Novi’ye vardık. Daha önceki gelişimde bu şehirde konakladığım pansiyonu bulmaya çalışırken tanıştığımız yaşlı amca Goygo’nun evine yerleştik. Kalacak yer çok. Neredeyse her evin kapısında pansiyon anlamına gelen “Sobe” yazıyor. Mutfaklı ve iki odalı bir apart için sadece 20 € ödedik. Goygo Almanya’da çalışıp kesin dönüş yapmış bir Yugoslav… Karısına birer kahve yaptırıp yanında da kendi yapımı snaps ikram etti… Yüksek rakımlı bir bağlarının üzümlerinden yaptığını anlattı. Ben de gerçekten beğendiğim sert içkinin kalitesini fazla övüp -açıkçası biraz yalakalık yaparak- birkaç kadeh daha içmeye çalıştım. Sonrasında çakır keyif kafayla tarihi şehri gezmeye çıktık.
Herceg Novi(Goygo'nun Evi),Montenegro/Karadağ
Önce hemen yakınımızdaki Savina Manastırı ve sonra Tarihi meydandaki saat kulesinde resimler çektik. Uzun bir yürüyüşün ardından zaman yeterince ilerlemiş ve artık dinlenmeye çekilme vakti gelmişti. Pansiyona dönerken yüklü bir alışveriş yaptık. Çadırda konakladığımız günlerdeki kuru beslenmenin acısını çıkarırcasına etli ve sulu yemekler pişirip, sıcak içeceklerle kendimizi bol bol ödüllendirdik…
HERCEG NOVİ( Montenegro/Karadağ)-DUBROVNİK(Hırvatistan) 13 Kasım 2014 Gece yağmur yağmıştı. Goygo’nun eşi bahçedeki bisikletlerimizin üzerine naylon örterek korumaya almış. Akşamdan kuruması için astığımız birkaç parça giysimizi de merdiven altındaki yağmur almayan iplere sermiş… Sağ olasın Güzel Abla!
Sıkı bir kahvaltı sonrası 68 km uzaklıktaki Dubravnik’e (Hırvatistan) yöneliyoruz. Sınır çıkışımız çok sürmedi. Fakat tampon bölgeyi bitirip de Hırvat sınırına varmamız kolay olmadı. İki sınır arasındaki ara bölge hem uzak, hem de oldukça yokuştu. Sanki Hırvatlar gelene tepeden bakmak için böyle bir yeri tercih etmişler gibi…
Dubrovnik’e 40 kilometreye yakın bir yolumuz varken yağmur başladı. Bütün gün kapalı olan bu kasvetli havanın azizliğini daha erken bekliyorduk. Bu saate kadar ıslanmadığımızı kendimize kar saydık. Yağmura karşı tam teçhizat giyinip sağlam bir dirençle hiç durmadan pedallamayı sürdürdük.
Dubravnik için sobe rezervasyonumuz vardı. Ne kadar erken varırsak önce şehri gezecek ve o kadar önceden dinlenmeye çekilecektik. Yine mutfağımız vardı… Kendimize yemek planları bile yapmıştık. Artık geldiğimizi düşünürken yokuşlar başladı. Bitmek bilmiyordu. Önceleri daha kısa inişli çıkışlı olduğu için pek aldırmamıştık. Son yokuşun eğimi 10 derece vardı... Çok da uzun sürdü.
Yağmur bir engel gibi düşünülse de bence bizi daha da kamçıladı. Durmak, daha fazla ıslanmak olacaktı. Son rampayı bitirdikten sonra inişlere başlamadan bir otobüs durağına sığınarak dinlenip iç giysilerimizi değiştirdik. Giysilerimiz -her ne kadar termal özellikli olsalar da- rüzgara karşı tedbirli giyinmek gerekiyor. Kuru giysiler ve şeffaf gözlükler sayesinde şiddetli yağmura rağmen seri inişle şehre girdiğimizde yağmur kesilmişti. Tabi ki, inişte pek çok seyir noktasında durup Stari Grad’ın (Old City) muhteşem görüntüsünü resimlemeyi ihmal etmedik.
Dobrovnik(Kuşbakışı),Hırvatistan
Dubrovnik’i kuş bakışı seyretmek harika bir duygu… Gizemli bir güç insanı şehrin içine çekiyor gibiydi adeta…Biran önce pansiyonumuza yerleşip -hiç zaman kaybetmeden- olağan üstü büyüleyici güzellikteki taş binalar arasında kaybolmayı hayal ediyorduk.Şansımıza, kalacağımız yer taş döşeme merdivenlerle çıkılan bir yokuşun ortalarında olduğu için bu yorgunlukla hamallık yapıp bisiklet taşımak zorunda kaldık. Hiç sorun değil… Seyyah olup da macerayı sevmemek olmaz. Sonu mutluluğa giden yolda hamallığın her türlüsü bize vız gelir!
Dubrovnik(Stari Grad),Hırvatistan
Dubravnik’i anlatmama gerek yok… Buraya ilk defa geldim. Kafamda canlandırabildiğim güzelliğin çok fazlası bir yermiş. Stari Grad’a giderken 4 numaralı otobüse binerek aynı biletle döndük. Bilet ücreti kişi başına 2 € idi… Hırvatistan gördüğüm diğer eski Yugoslav ülkelere göre çok modern ve pahalı bir ülke…
DUBROVNIK (Hırvatistan)-MOSTAR(Bosna Hersek)
13 Kasım-15 Kasım 2014
Mostar’a gidiş için tercih ettiğimiz rotaya göre dün Dubrovnik şehrine inişe başladığımız tepeye kadar olan yolu tekrar geri gitmemiz gerekiyor. Şehrin süper manzarasını yeniden görecek olmak, 6 kilometrelik bu yokuşu tırmanırken de aynı keyfi alacağımızı düşündürüyor. Fakat yağmurlu bir gün olduğu için çok şanslı sayılmayız. Ne yapalım, bu da en keyifli anlarımızı yaşadığımız uzun maratonun keyifsiz geçen küçük bir karesi olsun…
Yokuşlar Bosna&Hersek sınırına varana kadar durmuyor. İlk 10 kilometrelik sürüşle deniz seviyesinden 500 metreye çıkıyoruz. Adriyatik denizi dağların arasından çok güzel görünüyor. Karşı tepelerin yamaçlarında yılan gibi kıvrılan tırmandığımız asfalt yollar yağmurun ıslaklığı ile gümüş gibi parlıyor.
Hırvatistan çıkışında iyice şiddetlenen yağmurun azalmasını beklemek zorunda kalıyoruz. Almancası daha mükemmel olan genç bir gümrük memuru ile sohbet ederek zaman geçiriyoruz. Tampon bölgeyi geçtikten sonra Bosna Hersek’in derme çatma görünen sınır noktasındayız. Burada kafamızı karıştıracak şekilde sınır paylaşımı ile karşılaşıyoruz. Ülke toprakları içinde Sırpların kontrolünde olan ve Sırp bayraklarının dalgalandığı bölgeler de var. Geceyi bu bölgede bulduğumuz Slozna Braca Slozna Kardeşler isimli döküntü bir kafe&barın sahibine sorarak hemen karşısındaki viranede geçireceğiz.
Velicani(Slozna Kardeşler Cafe&Bar),Bosna Hersek
Köyün barcısı yabancı dil bilmeyen koltuk değnekli yaşlı bir adam… Zorla konuşurcasına “Nema problema-Sorun değil” diyerek konaklamamıza rıza gösteriyor. Bunun üzerine içki içen diğer köylüler de problem olmadığını anlatmaya çalışıyorlar. Gönül rahatlığı ile konakladığımız bu kapalı alanda erken yatıp uzunca bir gece uykusu geçiriyoruz.
Sabah çadırlarımızı topladığımızda teşekkür etmek niyetiyle girdiğimiz barda Yaşlı Amca'yı göremedik. Bardak yıkayan bir bayana teşekkürlerimizi bırakıp sularımızı doldurduk. On ülkeyi kapsayan bisiket turumuzun tamamında en beğendiğimiz su bu olacaktı… Olur ya yolum düşerse Bosna Hersek Sırp bölgesindeki Velicani köyünde tekrar bir kap kaynak suyu içmek isterim.
Yolculuğumuz iyi geçiyor. Şansımıza hava soğuk, ama yağmursuz...Öğlene doğru bulutlar güneşin çıkmasına izin verdi. Sırp bölgesinden çıkıp Stolac kasabasına girişte onlarca Bosna Hersek bayrakları ile karşılaştık. Yolun başındaki kilise ve cami yan yana barışçıl bir görüntü veriyordu. Binlerce insanın din,dil ve ırk kavgaları yüzünden yaşamlarını yitirdiği bu topraklarda karşılaştığımız bu görüntüyü değerlendirip resimledik.
Stolac,Bosna Hersek
Stolac kasabasını arkamızda bırakırken yollar daha da düzleşti. Yaklaşık 35 kilometrelik zevkli bir sürüşle Mostar’ girdik.
Mostar(Şehir Girişi),Bosna Hersek
Pansiyona yerleşmeden önce Stari Grad’a yönelip Mostar köprüsünü gezdik. Sonra konaklama yeri aradık. Tesadüfen bulup kapı zilini çaldığımız pansiyonda bize kapıyı açan Rada Hanım yarı İngilizce ve yarı Almanca konuşan hoş bir kadın. Önce iki kişilik gece ücretini 25€ ile açtı, biz de pazarlıkla iki gecesini 40€ ya bağlayıp üst kata yerleştik.
Mostar Köprüsü,Bosna Hersek
Kocaman mutfağı, iki tane tuvalet ve banyosuyla saray gibi bir daireye yerleşmişiz… En önemlisi ıslak eşyalarımızı ve yıkayacağımız bir iki parça çamaşırımızı kurutmak için büyük terasımız da var. Evet, doğrusu pek de beğenilmeyecek gibi değil.
Mostar’da iki gün geçirdik. Split’e yola çıkacağımız 16 Kasım günü sabahı yağmur beklentimiz vardı. Fakat uyandığımızda geceden yükünü boşaltmış açık bir hava ile karşılaştık. Hırvatistan ve İtalya pahalı olacağı için çok hacimli ve ağırlığı olmayan bazı önemli ihtiyaçlarımızı Mostar’dan karşıladığımız için daha ağır yüklerle yola çıkacaktık.
MOSTAR(Bosna Hersek)-SPLİT(Hırvatistan) – ANCONA(İtalya)
16 Kasım 2014
Haritamıza göre yönümüz kuzeybatı olmalıyken bir türlü bu yolu tutturamadık. Trafik tabelaları çok kullanılan güzergahlara göre ayarlanmış. Bizi sürekli güneye doğru yönlendirdi. Öğlene kadar kuzeydeki sınır kasabası Gorica yerine Neretva Nehri boyunca pedallayıp Hırvatistan’ın sınır kasabası Metkoviç’e vardık. Split ten kalkacak gemimize yetişmek için buradan bir otobüsle seyahat etmeyi kararlaştırdık. Kaybettiğimiz zamanı geri almak için bunu yapmamız önemliydi. Turlarımda -zorunlu feribot geçişleri dışında- ara taşıt kullanmaya karşı olduğum halde kurallarımı çiğnemek zorunda kalmıştım. İki kişi 184 kuna (1 eurro=7.5 kuna) ödeyerek Split'e bilet aldık. Ayrıca sadece ön tekerleklerini çıkardığımız bisikletler ve dört parça eşya için de toplam 60 Kuna daha ödedik.
Yaklaşık 120 kilometrelik yolculuktan sonra Split’teyiz… Otobüsün indirdiği yer Ancona’ya kalkacak feribot iskelesinin hemen karşısı… Biletlerimizi kişi başına 54 Euro karşılığı Hırvat Kunası ile satın alıp şehri gezmeye çıktık.
Split(Ancona Feribotu),Hırvatistan
Hareket saatimiz gece 21.00… Saat 19.00 da kapaklar açılıyor. Gemiye alınmayı beklerken Meksikalı bir grupla çok güzel eğlendik. Bisikletler araçların binişinden sonra gemiye alındı… En son biz bindik. Keşke birimiz gemiye girip koltuk kapsaymışız. Güvertede herkes tek başına kocaman bir kanepeye uzanmış yatıyor. Biz de en nihayet ilk anın şokunu atlatıp tek kişilik koltukları birleştirerek kendimize yer yapmayı becerdik. Sabah gözlerimizi açtığımızda Ancona Limanı’ndaydık.
ANCONA-SAN MARİNO-VENEDİK (İtalya)
17-21 Kasım 2014
İtalya’daki ilk günümüz yağmurlu geçti. Gece korunaklı bir yer bulup çadırlarımızda konakladık…
Sabah erkenden yola çıkıp San Marino’ya yaklaştık… San Marino Avrupa’daki en küçük beş ülkeden biri… Adriyatik denizinden 25 kilometre içeride… Sahil şeridinde devam eden yolculuğumuz Rimini’den batı yönüne ayrılıyor. Yaklaşık 750 metre rakımlı Monte Titano hemen tepemizde… Son 14 kilometrelik tırmanışı ancak iki saate yakın bir zamanda tamamlayıp Historic Centre kapısından giriyoruz.
San Marino(Ülke Sınırı),San Marino
Kale girişinde yayalar ve bizim gibi bisikletlilerin geçmesi için otomobillerin durarak yol vermesi göz yaşartıcı unutulmaz bir örnekti… Dönüşte tekrar Adriyatik kıyısındaki Rimini’ye döndük. İstikamet Venedik. İkinci gecemiz yine yağmurluydu. Çadırlarımızı ahşap mobilya ve bungalow satan mağazanın bahçesinde bir pergolenin altında kurduk. Ertesi gün Ravenna üzerinden Porto Tolle’ye yaklaştık.
İtalya’daki bu üçüncü gecemizi de tarla içinde gök kubbe gibi bir beton sundurmanın altında geçirdik. Sabah geceden başlayan sisin etkisi azalana kadar bekledik. Fakat sisin açılacağı yoktu. Arka çantalarımızın üzerine uzun menzilli yanıp sönen lambalarımızı yerleştirdik. Ayrıca kask ışıklarımızı da açtık. Bunları yetersiz bulup, yanımızdaki tepe lambalarını da kasklarımızın üzerinden arkaya bakacak şekilde taktık. Lambalarımızın yanında reflektörlü çantalarımız ve giysilerimizle daha da görünür durumdaydık.
Yollar düz… Denize paralel sıfır rakımda ilerliyoruz. Öğleden sonra sis dağıldı. Güneş iliklerimizi ısıtıyor. Dün yolda otostop yapan Macaristanlı genç çiftle tanışmıştık. Bugün yine karşılaştık. Genç kız uğur getirsin diye bir deniz kabuğu sıkıştırdı elime… Ben de ona yanımda taşıdığım boncuklu kolyelerden verdim.
Venedik Yolu,İtalya
Venedik'de konaklama fiyatları biraz pahallı… Günlük kişi başı 12€ karşılığında Mestre’de Jolly Kamping’e yerleşiyoruz. Adresi biraz zor bulduk…. Bu arada yol üstünde müşteri bekleyen eskort bayanlara da rastladık. Anakaraya köprüyle bağlanan tarihi Venedik kenti 10 kilometre ötemizde kalıyor. Bugün dinlenip yarı gezmeyi düşünüyoruz.
Mestre-Venedik,İtalya
Avrupa ve Balkan ülkelerinin çoğunda sıklıkla kullandığımız büyük marketlerden biri LiDL… Fiyatları çok pahalı değil. Burada da aynı marketlerle karşılaştığımız için sevinçliyiz. Venedik yoluna koyulmadan önce orada pahalı olur düşüncesiyle içecek ve biraz meyve satın alıp yola devam ettik. Çok sıkı bir trafik yok… Her iki yanımızda deniz belirince artık tek yol Venedik kalıyor. Ortada raylı sistem ve sağlı sollu çok şeritli yollardan birkaç kilometre daha ilerleyerek Rio Novo’ya vardık. Ayrıca yol boyunca bisikletler ve yayaların kullandığı bölüm de vardı. Bazı kısımlarda tadilat çalışması olduğundan bisiklet yoluna girmeyi pek tercih etmedik. Burada bisikletlerle gezmek fazlasıyla külfetli iş… Kent kanallarla bölünmüş onlarca adacıklardan oluşuyor. Dolayısı ile geçişler için köprüleri kullanmak zorundayız. Buralarda tabi ki bisikletler bizi değil, biz bisikletleri taşıyoruz. Gezimize tren istasyonu tarafından başlayarak önce Rialto Köprüsü’ne geldik… Ardından St. Mark's Meydanı derken akşama kadar onlarca kanalı köprülerle aşıp yüzlerce kare resim çektik.
Venedik,İtalya
Venedik öyle kolay gezilecek bir yer değil. Biz bir gün içinde San Polo, Cannarego ve biraz da San Marco bölgesini görebildik. Dilerim ki, şehri tam anlamıyla gezememiş olmak buralara tekrar gelmemiz için bir sebep oluştursun.
VENEDIK-TRIESTE 22-23-24 Kasım 2014 Hava gayet güzel… Yolculuğumuz kilometrelerce geniş düz bir ovada devam ediyor. Uçsuz bucaksız üzüm bağları ve hemen yol kenarında pek çok şarap evi ile karşılaşıyoruz. Belki de turumuzun en rahat sürüş günlerinden birindeyiz. Son zamanlarda Hoca’da yorulma belirtileri başlamıştı. Belki biraz toparlanabileceğini düşünüyordum, ama olmadı. Trieste’den sonra bir an önce Viyana’ya ulaşacak ve kendisini oradaki akrabalarına bırakıp tek başıma tura devam edecektim. Böyle karar aldık. Trieste rotamızın ilk gecesinde kullanılmayan bir bağ evinde konakladık. Son günlerimiz yağmursuz geçiyor, ama aşırı çiğ ve sis yüzünden çadırlarımız ıslak uyanıyoruz. Bölgede o kadar çok akarsu, kanal ve de gölcükler var ki… Yollarımız sık sık köprülerden geçiyor.
Trieste,İtalya
İtalya'da çoğunlukla dört yol kavşaklar yerine döner kavşaklar yapılmış. Araçlar bir birlerini beklemek yerine döner kavşağa girip devam edebildikleri için trafik fazlasıyla akıcı… Asfalt kalitesi ise mükemmel. Neredeyse hava karamak üzereyken Adriyatik Denizi’nin en kuzey noktasını geçip Trieste’ye yaklaştık… Karşımızda Castello Kalesi'ni gördüğümüze göre yarın için önümüzde sadece 8-10 kilometre bir yol kalmış olduğu anlaşılıyor. Bu durumda daha fazla pedal çevirmenin gereği yok. Yarın erkenden şehre varıp öğlene kadar gezmek ve daha sonra ise önceden rervasyon yaptığımız hostala yerleşmek niyetindeyiz.
Bulunduğumuz yerde durup şehrin ışık manzarasına hakim bir tepede konaklamaya karar verdik. Çadır alanımız doğa yürüyüşü yolu üzerindeydi. İlk anlarda çok ayakaltı bir yerdeyiz diye rahatsızlık duymuştuk, ama hava iyice karardıktan sonra hiç gelip geçen olmadı.
Prosecco -Trieste,İtalya Rahat bir gecenin sabahında erkenden çadırlarımızı toplayıp yola çıktık. Solumuzdaki bir tepede sanki tüm Adriyatik Denizi’ni gözetlercesine duran Vittoria Feneri’ni uzaktan resimleyerek şehre girdik. Trieste, Avusturya Macaristan İmparatorluğu’na yıllarca liman kentliği yapmış göz kamaştırıcı güzellikteki binalarıyla büyüleyici bir şehir… Tren istasyonu ve limanın önünden Mandracchio Caddesi'ne dönüp Trieste’nin en önemli merkezi sayılan Piazza d’Unita (Birlik Meydanı) Meydanı’na geldik.
Trieste(Birlik Meydanı),İtalya
Meydan, heykel ve farklı sembollerle süslenmiş sanat harikası tarihi taş binalarla çevrili… Başımızı hangi yöne kaldırsak adeta onlarca resim tablosu ile karşılaşıyor ve heyecanla resimliyoruz. Bisikletlerimizi bir kenara bırakıp unutmuş haldeyken başına dikilip onları ilgiyle inceleyen bir bayan daha sonra yanımıza yaklaşıyor. Bisiklet sevgisi iliklerine işlemiş, bizimle aynı aşktan muzdarip sevgili Christiana ile tanışıyoruz…
Trieste(Piazza Unità d'Italia),İtalya
Christiana bitkisel medikal işinden emekli otantik giysiler içinde hayat dolu cıvıl cıvıl bir bayan… Belediye binasının yanındaki bir kafede oturduk. Bir kahve içimi zaman içerisinde bisikletle Çin’e kadar uzanan yolculuğunu ve Tayland’da endemik bitkiler peşinden koştuğu maceralı yaşamını heyecanla anlattı. Türkiye’yi ve özellikle güneydoğu bölgesini karış karış gezmiş. Sıra gecesinden, çiğ köfteye kadar her şeyi biliyor. Bir birimizi öylesine sevdik ki, adeta yıllarca tanışan dostlar gibi sarılarak vedalaştık. Bu sıcak dostluğun, gezgin ruhuna sahip olmayan ve özellikle oryantal kültürü tanımayan biri ile yaşanabileceğini hiçbir zaman mümkün görmüyorum. Grazie Christine, ti amo tanto!
Trieste,İtalya
Gün boyunca şehri gezip nihayet Via Geppa caddesindeki Hostal Affittacamere Alla Stazione’ a geldik. Trieste’de konaklama fiyatları çok pahallı… Şehir merkezindeki binaların tümünün tarihi yapılar olduğunu söyleyebiliriz. Dolayısıyla böyle şehirlerde düzayak veya bahçeli bir konaklama yeri bulmak çok zor. Bizim rağbet ettiğimiz ucuz yerler genellikle apartman katlarındaki “Guest House” lar. Burası da İstanbul’daki Pera Palas gibi olağan üstü güzellikte süslemelerle bezenmiş eski binada bir daire odası…Fakat büyük bir zahmetle önce eşyalarımızı tel kafesli açık bir ahşap asansörle taşıyor ve sonra asansöre sığmayan bisikletlerimizi omuzlayarak merdivenlerden çıkıp odamıza yerleşiyoruz. Eeee... Arada bir bisikletimizle rollerimizi değiştirmek de var! Bu da keyfimizin nazarlığı sayılır...
TRIESTE (İtalya)-LUBYANA(Slovenya) 25-26 Kasım 2014 Dün Trieste’de şehir meydanında gördüğümüz dijital bir board gündüz sıcaklığını 22 derece gösteriyordu. Bugün hava biraz daha serin… Şehir çıkışında farkında olmadan girdiğimiz otobana bağlanan bir üst geçitte polisler tarafından durdurulduk. Sert bir dille önce İtalyan olup olmadığımızı sordular. Özür dileyip yanlışlıkla girdiğimizi söylediğim halde polislerin öfkesi durmadı. Ortamı yumuşatmak için en kibar tavrımı takınıp bu yola bilmeden girdiğimizi anlatıp Divaca üzerinden 409 numaralı yola nasıl çıkabileceğimizi sordum. Keşke sormasaydım… Polisin anlamsız bir tavırla araçtan inip “I'm not your travel guide-Ben sizin gezi rehberiniz değilim” diye tersledi. Bugün bile hiç beklemediğim bu onur kırıcı durum karşısında sessiz kaldığım için bazen kendimi suçluyorum. Schengen ülkeleri arasındaki sınır geçişlerinde her hangi bir kontrol noktası olmadığı için Slovenya’ya girdiğimizi küçük bir tabeladan okuyoruz. Çevremizdeki görsel değişim de bunun ipuçlarını veriyor. En başta dikkatimizi çeken şeylerden bazıları, trafikteki araçların model ve yaşlarının İtalya’daki kadar yeni olmaması ile binaların mimarisindeki farklılık… Bir de İtalya’daki çiftlik evlerinde karşılaştığımız o büyük traktörler burada daha küçük ve eski model… Yaklaşık 60 kilometre sürüşle deniz seviyesinden 800 metrelere kadar tırmandık. Alpler karlı tepeleriyle karşımızda uzanıyor. Onlara yaklaştıkça ısı düşüyor. Telefonumun göstergesine bakılırsa neredeyse 2 dereceye kadar düşmüş. Tam karşımızdan şiddetle esen rüzgara karşı saatlerce pedal çevirmek durumunda kaldık. Daha dün Trieste caddelerinde kısa kollu giysilerle dolaşmıştık. Yükselen rakımla beraber anormal derecede değişen hava karşısında şaşkındık. Bu kadar soğukla karşılaşacağımızı hesaplayamadık. Bu durumda Niyazi Hoca’dan yola devam etmesini beklemek zor. Belki ben bile tek başıma sürdürmekten vazgeçerim diye düşünmeye başladım. Son bir saatlik yolculuğumuz kar suyu şeklindeki yağış altında geçti. Gökyüzü kurşun gibi ağırlaşmış, henüz ikindi vakti olmasına rağmen hava kararmış durumda… Fazla gecikmeden kalacak bir yer bulmalıydık. Alt katı bar olarak işletilen bir motel odasına sığınıp sıcak banyo sonrası dinlenmeye çekildik.
LUBİYANA(Slovenya)-VİYANA(Avusturya) 27 Kasım-04 Aralık 2014O gece sabaha kadar kar bekliyorduk. Belli aralıklarla pencereden dışarıya baktık. Öyle lapa lapa bir kar yağışı göremedik, ama karşı evlerin çatısındaki don tutmuş yağmur suları sokak lambalarının ışığı ile parlıyordu… Sabah kalkıp yola çıkmaya hazırlanmaya başladık. Eşyalarımızı yüklerken bir yandan da hava durumunu kontrol etmekteydik. Tahminlere göre havanın yağmur yağışlı ve sıcaklığın 2 derecelerde olması bekleniyordu. Tüm hazırlıklarımıza rağmen yola çıkmakta tereddüt içindeydik… Bir anda Viyana’ya kadar araçla gitmeye karar verdik. Temizlikçi bayanın aracılığı ile onun tanıdığı bir taksiciye telefon açıp 40 € karşılığı anlaştık. Planımız taksiyle başkent Lubiyana’ya Tren garına kadar gidip, oradan da Viyana’ya ulaşmak. Anlaştığımız saatte taksici geldi. Arka koltuğun ikili bölümünü yatırarak bisikletlerimizi ve diğer eşyalarımızı yükleyip yola çıktık. Otoban üzerinden bir, bir buçuk saat kadar süren 65 kilometrelik taksi yolculuğu ile tren garına vardık. Viyana’ya gideceğimiz trenin hareket saati 16.00… Bir ara Hoca’mı yalnız bırakıp şehir gezisi yaptım. Hazır gelmişken bu fırsatı değerlendirmeliydim. Yetecek kadar meyve ve içecekle geri döndüm. Son saatlerimizi yemekle geçirdik. Hareket saati geldiğinde tüm eşyalarımızı 8 numaralı hatta taşıyarak bizi bekleyen trenimize yerleştik. Vagonumuzda iki bisiklet için tahsis edilmiş bölüm vardı. Ön tekerlekleri çıkarılmış ve pedalları sökük durumda olan kendi çantaları içindeki bisikletlerimizi buraya koyarak vagonun çelik gövdesine perçinlenmiş kemerlerle sıkıca bağladık. Viyana’da bizi çok sevimli iki kız kardeşten biri ve eşi karşıladı. Bu arkadaşlar Niyazi Hoca’mın uzun yıllardır görüşmediği akrabalarıydı. Bir hafta boyunca bizi misafir ettiler. Oldukça samimi bulduğum bu insanlara buradan sevgilerimi gönderiyorum. Türkiye’ye dönüşümüz 4 Aralık 2014 tarihli Onur Air ile gerçekleşti. Bu uçuş için internet üzerinden aldığımız bilet ücreti –kişi başına- sadece 167 TL... Ayrıca havaalanında bisiklet başına 30€ ekstra ödeme yaptık...
-Daha fazla fotoğraf görmek için tıklayınız! "Bilgi, paylaşıldıkça çoğalır!"Başkalarının da yararlanmasını sağlamak için aşağıdaki modülleri kullanarak YORUM yapabilir, FACEBOOK'da paylaşabilirsiniz!
Yorumlar -
Yorum Yaz